ATATÜRK’TEN ANILAR


Nurhan Acar Azkın

Nurhan Acar Azkın

11 Kasım 2013, 08:13

Bıraktığı ölümsüz eserlerin ve ilkelerinin varisi olmakla daima gurur duyduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu, büyük önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ebediye intikalinin 75.yılında saygı, rahmet ve şükranla anıyorum.


Cumhuriyet Devrinde Devlet Arması

Atatürk’e bir gün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması için biçimler getirmişlerdi. Bunlarda egemen olan öğe ya kurt başı ya da ay-yıldızdı. Ressamlarımızın bulduğu bu armaların hiçbirini, Atatürk, kurduğu devletin Cumhuriyet arması olarak kabul etmedi. Bu armalara, düşünerek defalarca baktı.

Sonunda “Bunların hiçbiri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, simgesel bir insan başı temsil etmeli” dedi. Bunun üzerine kendisiyle birçok kez konuştum. Bu konuda bana yaptığı açıklama şöyleydi:

“Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade edemeyeceği hiçbir şey düşünemiyorum.”

Böylece o zaman, Atatürk’ün onayından geçmiş bir Cumhuriyet devleti armamız yapılamadı. Çünkü, anlattığım gibi, çizilen şekillerin hiçbiri, Atatürk tarafından kabul edilmemişti. Düşünce adamı Atatürk, insan zekâ ve aklının hayranıydı. O, bu zekâ ve akıl gücünden oluşan varlıkların, kurduğu ve yaşatacağı bir Türk dünyasını güçlendirmek istemiştir.

Atatürk ve Kurtuluş Kavramı
Bir gece, Ulu Önder, sofrasındaki arkadaşlardan sormuştu:
-"Türk milleti, ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?"
Hazır olanlar, birer birer düşüncelerini cevap olarak kendisine söylüyorlardı. Sonlarda sıra bana gelmişti:

-"Paşam, Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse o zaman kurtulmuş olur." Şeklindeki fikrimi özetlemiştim. Böyle demiştim ama, dedikten sonra da türlü yorumlara alınabilecek böyle bir sözü söylemekten korkmuştum.

Atatürk:
-"Hepiniz, enteresan fikirler söylediniz. Fakat (beni göstererek) bu çocuğun ileri attığı, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir." Diyerek hem müsamahasının, hem geniş anlayışının unutulmaz bir yeni delilini vermişti.

Millet Sevgisi

O milletini bağrına basmış ve bütün aşkını ona vermiş bir babaydı. Dinlenme saatlerinin hemen hepsini bu askı açıklamanın ve millet sevmeye alıştırmanın tadıyla doluydu. Uyku saatlerini de o büyük aşk ile doldurduğuna eminim. Henüz kendisine ‘Atatürk’ diye hitap etmediğimiz, sadece ‘Gazi’ dediğimiz sıralarda bir gün yine böyle bir konu üzerindeydik. Ve ‘Gazi’ kelimesinin bu anlamdaki değerini tartmaya çalışıyorduk; bana söz verdi:

-“Gazi Hazretleri, sizi bugünün yazarları ve şairleri, edipleri kalplerinin en samimi köşesinden kaynayıp çıkan sevgi ve takdir kelimeleri ve cümlelerle anarlar. Kimi Gazi der, kimi Kurtarıcı der, kimi milletin en büyüğü olarak anlatır. Bunların hepsi gerçeği anlatan nitelikler olmakla beraber, benim anladığım Gazi Hazretlerinin tam kendisini anlatamazlar. Bence siz her fert gibi kullanmasını istediği ve hak bildiği bütün zevklerini, hazlarını ve tutkularını önce vatanseverlik odağında toplayıp süzdükten sonra uygulama alanına koyan bir insansınız. Sizde her şeyden önce millet sevgisi vardır. Büyük adamın gözleri yaşardı. Ve gönüllerimizi, hareketlerine sonsuz olarak bağladığı zarif jestini yaparak:

-‘Evet! Mustafa Kemal’in gerçek tanımı budur.’ Ve sönmez heyecanının Tanrısal bir dalgası görkemiyle ekledi:

-‘Her şeyden evvel millet ve daima millet.’”


Atatürk’ün Çalışma Azmi ve Kitap Sevgisi

Atatürk 1927 yılında Büyük Nutku hazırlarken, çalışma odasında yarı ayaküstü yarı oturarak ve yüzlercesi arasından belgeler arayarak dikte ettirirdi. Dikte eden genç memurlardan biri saatlerce süren bu çalışma temposuna dayanamamış ve bayılmıştır. Akşama kadar çalışan Atatürk, banyodan sonra toplanan arkadaşlarına yazdıklarını okumuştur.


Atatürk, sürekli ve çok okuyan bir lider olarak, erken yaşlarından itibaren okumaya ve araştırmaya merak salmıştır. Okuduğunu, yaşıtlarıyla tartışmaktan hoşlandığı ifade edilmiştir. Cephede en buhranlı günlerin yaşandığı sırada dahi çok farklı konularda kitaplar okumuş ve bunlar hakkında tahliller yapmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, I. Dünya Savaşı sırasında Doğu Anadolu’da 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada (7 Kasım-25 Aralık 1916), 49 gün içerisinde şu kitapları okumuştur: “Tarih-i Osmani, Makalat-ı Siyasiye ve Edebiyye, Türkçe Şiirler, Rübab-ı Şikeste, Allah’ı İnkar Mümkün müdür? Mebadi-i Felsefeden Birinci Kitap: İlmü’n-nefs, Sapho, Moeurs Parisienne, Çalıkuşu”

Atatürk ve Futbol

Kılıç Ali’nin oğlu olan, devrin ünlü futbolcusu Gündüz Kılıç Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazısında şunları anlatıyor:

Atatürk yakın arkadaşı Kılıç Ali’nin evine bir ziyaret için uğradığında, evde başka kimse bulunmadığı için Gündüz Kılıç tarafından ağırlanmıştı. Bundan sonrasını rahmetli Gündüz Kılıç’tan nakledelim.

“Atatürk şerbetini yudumlarken ‘gel şöyle otur da seninle konuşalım biraz’ dedi ve bana karşısındaki koltuğu gösterdi. Oturdum, ama inanın içimin yağları eridi. İşin asıl zor tarafının bundan sonra başlayacağını hissediyordum. Çünkü Atatürk’ün özellikle gençlere değişik zekâ soruları sorarak onları imtihan etmekten pek hoşlandığını biliyordum. Utanma korkusu bütün benliğimi sarmıştı. Fakat çok şükür sorduğu soru korktuğum türden olmadı. O sıralarda milli futbol takımımız halk evleri takımı adı altında Rusya’da 5–6 maç yapmıştı. Maçların çoğunda fena sonuçlar alınmıştı. Yaşımın pek genç olmasına rağmen, ben de kadroya alınmıştım. Ülkesinde olup biten her şeyle ilgilenen Atatürk’ün Rusya yenilgileri de gözünden kaçmamıştı. İlk sorusu ‘neden yenildiniz?’ Oldu. Kem küm ederek bir şeyler söylemeye çalıştım. Atatürk pek üstelemeden ikinci sorusunu sordu. ‘Peki, bu yenilgiler seni çok üzdü mü?’ Dedi. Son derece üzüldüğümü anlatmaya çalışırken, bir el hareketiyle beni susturup kendi konuştu;

‘Dünyada yenilmeyen kimse, yenilmeyen ordu, yenilmeyen takım, yenilmeyen kumandan yoktur. Yenildikten sonra üzülmek normaldir, bu üzüntü insanın yürek gücünü yok edecek, onu çökertecek seviyeye varmamalıdır. Yenilen hemen toparlanmalı, kendini yeneni yenmek için olanca gücüyle, azmiyle çalışmalıdır’ dedi. Sonra futbolun nasıl oynandığını anlatmamı istedi. Hemen kâğıt kalem aldım, oyun sahasını çizerek o zamanki deyimiyle, ‘müdafileri, muavinleri ve muhacimleri’ yerlerine yerleştirip onların görevlerini ve ana kurallarıyla hedeflerini anlattım. Atatürk, ‘yahu desene bizim harp oyunları gibi, sizin iş de strateji bilgisi ve kurmay kafası ister’ diye önemser önemser başını salladı.” Rahmetli Gündüz Kılıç’ın bu anısı Atatürk’ün futbol hakkındaki düşündüklerini bize öğretmesi bakımından değer ve önem taşıyor.

Atatürk ve Spor

Bir gece Atatürk Ada’da Yat Kulübünde konuşurken, yanındakilerden birinin sportmen olduğunu anladı. Ona su soruyu sordu:
-“Spor nedir?” O da, sporu herkesin bildiği gibi tarif etti. Gazi dedi ki:

-“Bana daha açık ve net bir tarif bulabilir misiniz?” Belki en güzel cevabı bulabilmek için düşünen sportmenin ufak bir duraklaması üzerine Gazi şu hatırasını anlattı:
-“Arıburnu kumandanı idim, iki tarafın ateş hatları arasında elli altmış metre mesafe vardı. Birbirine en yakın hatlar arasında dolasan Türk ve İngiliz keşif erlerinden ikisi gecenin kara yoğunluğu içinde ellerindeki uzun silahları kullanamayacak kadar burun buruna temas etmişler. Her iki cesur keşif erleri silahlarını atmışlar doğrudan doğruya birbirini boğazlamak için ellerini kullanmak gereğini hissetmişler.

İngiliz keşif eri yumruklarını sıkmış, boks denilen idmanı, Türk askerinin vücut ve kalbi üzerinde tatbik etmeye başlamış. Bu ustaca yumruk idmanını bilmeyen Türk eri kalbine maddi olarak, vicdanına manen vurulan darbelerin tesiri altında iki elini ötekinin boğazına uzatmış, var kuvvetiyle düşmanın gırtlağını yakalamış. Düşman erinin boğazı iki demir pençesinin mengenesinde sıkışınca bizim er, boks darbelerinin başlangıç etkisinin hafiflediğini biraz sonra yok olduğunu görmüş.

Er, esirini sürükleyerek benim yanıma getirdi. Gece yarısından sonra idi. Evvela düşman erine soru sordum:

-‘Ne oldu? Sen niçin buralara kadar geldin?’
-‘Spor, cevabını verdi.’ Bizimkine sordum:
-‘Nasıl oldu?’ Er, esirin verdiği ilmi cevabı anlamamış olmaktan korkarak:
-‘Bilmiyorum’ dedi.
-‘Ben birinci ilmi ve fenni değil, ikincinin cahilliğinden öte edep ve terbiyesi üzerinde fazla durmadım.’
-‘Sen sportmen misin?’
-‘Evet, çok iyi...’
-‘Bizim eri nasıl buldun?’
-‘Bilmiyorum’ dedi. Türk erine döndüm:
-‘İşitiyor musun, senin için bilmiyor, cahildir’, dedi. Kısaca:
-‘Huzurumuza getirdim efendim’ cevabını verdi. Gazi devam etti:
-‘Ben spor nedir, diye sorulursa vereceğim cevap sudur; ‘Spor; vatanın, milletin yüksek değerlerine tecavüz edenleri gırtlağından yakalayıp memleket ve millete hizmet edenlerin huzuruna getirebilmek maddi becerisi ve yürek gücüdür.’”


Türk Çocuğu Beni Bekliyor

Bir gece Çankaya’da Atatürk’ün huzurlarında bulunuyorduk. O gecenin sabahı saat beş, beş buçukta, hepimiz içkiliydik. Terasa çıktık, terasın biraz ötesinde, süngülü bir nöbetçi bekliyor. Onu göstererek, bana dedi ki:
-“Bu Türk çocuğunun, orada kimi beklediğini biliyor musun?” Gayet normal olarak, dilimin ucuna gelen ilk yanıt şu oldu:
-“Köşkü…”
-“Hayır! Dedi, orada benim yatak odam var. Onun penceresi altında dolaşıyor. Uykusuz, sabaha kadar beni bekliyor.” Ve gözlerini Mehmetçikten ayırmadan, ilave etti.
-“Türkün bir büyüğüne, kumandanına bağlılığı dünya üzerinde emsalsizdir.” Bana döndü. Gözü yaşlı idi, sesi yumuşamış, halinde bir hüzün vardı:
-“Türk çocuğu beni bekliyor…” dedi.

Hep Beraber

18 Nisan 1935 tarihinde İstanbul’da “Uluslararası kadınlar Kongresi” toplanmıştı. Kongre üyelerinden iki gazeteci bayan, kendilerini kabul eden Atatürk’e:
-“Türk kadınlarını da asker yapacak mısınız?” Sorusunu sordular:

-“Biz erkeklerimizi bile savaş felaketinden uzak bulundurmak isteyen insanlarız. Fakat savaş etmek zorunda bırakılırsak, vatan savunmasında kadınlarımız da, erkeklerimizle beraber dövüşecektir. İstiklal mücadelesi bunun en yakın örneğidir.”


Hacer Nine

Türk kadını vatana hizmette, asla erkeğinden geri kalmamış, hatta ondan ileri olmuştur. Göz bebeği evlatlarını vatan uğrunda şehit vermeyi şereflerin en yücesi kabul edip, acılarını içine gömmesini bilmiştir. O, kimi zaman kocasını ve evlatlarını cepheye gönderip evinin nafakasını tek basına çıkaran, kimi zaman cephane taşıyan, kimi zaman yaralıların yaralarını saran, kimi zaman da cephede bizzat savaşan kahramanlık, sevgi ve şefkatin temsilcisi Türk anasıdır. Aşağıdaki anının kahramanı Hacer Nine de kocasını, evlatlarını ve torunlarını şehit vermiş, şehitlerin sevgisini, Atatürk sevgisiyle özdeşleştiren yüce ‘Türk Kadınının’ temsilcisidir.

Hacer Nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş odalı evinin içi yine birkaç gündür Zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu. Kocasını Yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu Balkanlarda ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini üç torunu vardı. Gelini hastalıktan ölmüş, torunlarından biri de 1.Dünya Savaşı’nda şehit düşmüştü. Birisi 2. İnönü’den dönmemişti. En son torununu da Sakarya’ya göndermişti. Bir gün haber aldı ki en son delikanlısı da Duatepe’de öteki ağabeylerinin yanına göçüp gitmişti. Çok ağlamıştı. Fakat ‘Sakarya kazanıldı’ haberi gelince ağlaması durmuş, gülmeye başlamıştı. Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Saatlerce yürüyerek ikindi zamanı Ankara’ya geldi, doğruca Büyük Millet Meclisi’nin kapısının önüne çömeldi. Sordular:

-“Nine ne istiyorsun?”
-“Hiçbir şey.” Sonunda öyküsünü anlattı ve dedi ki:
-“İşte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O, Millet Meclisi’nden çıkarken
gözlerine bakarım. Mavi gözbebeklerinde bütün şehitlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.”

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş Türk ninesi buna derler.



Atatürk Diktatör mü?

1935 yılının ilk günlerinde Amerika’nın tanınmış gazetecilerinden Gladys Baker de Türkiye’ye gelmiş; Atatürk’le görüşmüştü:

-“Size diktatör diyorlar ne dersiniz?” Atatürk gazeteciye şöyle bir bakar ve yanıtlar:
-“Eğer ben diktatör olsaydım hanımefendi bu soruyu sorduktan sonra siz asla canlı kalamazdınız“ diyecektir. Peki, Atatürk diktatör mü bakalım?
İstanbul ve Ankara illerinden birisine Atatürk adının verilmesi için meclise bir kanun önergesi veriliyor. Teklifte; ya İstanbul’a Atatürk adı verilecekti ya da Ankara’ya. Atatürk, öneriyi vereni hemen çağırıyor ve şunları söylüyor:

-“Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyecek, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmeyecektir.

Köylü Milletin Efendisidir!

Bir gece beraber oturuyorduk. Yanımızda Siirt milletvekili Mahmut Soydan, şimdiki Macaristan elçimiz Ruşen Eşref Ünaydın ve bir kişi daha vardı. Atatürk, ertesi günü Büyük Millet Meclisi'nde okuyacağı söylevi hazırlıyordu. Mahmut'la, Ruşen Eşref not tutuyorlardı. Atatürk ara sıra bana da, "Ne dersin?" diye soruyordu. Ben ne diyebilirim? Hiç... Sonra Atatürk bana döndü ve dedi ki:

- "Bu memleketin efendisi kimdir?"

Düşündüm. Karşılığı o verdi:

- "Türk köylüsüdür", dedi. Ve devam etti:
- "Türk köylüsü "Efendi" yerine getirilmedikçe memleket ve millet yükselmez!"

Foks ve Gazi

Foks cins köpek değildi. Ama sevimliydi ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sevgisini hemen kazanmıştı. Artık Gazi nereye gitse onu da birlikte götürüyor, yurt gezilerinde bile ondan ayrılmıyor. Kordiplomatik için verilen balolarda bile yanında. Çankaya’da konukları olduğunda o da ortalarda dolaşıyor. Efendisi onu o denli seviyor ki, yatağının ayakucunda onun için yaptırdığı bir minderde yatıyor. Foks, Gazi yatağa girinceye değin onu bekliyor, kalkınca o da kalkıyor. Aralarında gizli bir iletişim var sanki. Öylesine ki, Gaziantep’te bulundukları sırada Foks akşam yemeğine dokunmayınca, Gazi yanındakilere:

-“Köpeğe muhakkak bir şeyler söylemişsiniz. Onun için küsmüştür” dediğinde kimse kaldıkları Vali Konağı’nın aşçısının yıllar sonra anlatacaklarını bilmiyordu: -“Gazi Hazretleri Gaziantep’e geldiğinde Vali Konağı’nda aşçılık yapıyordum, Gazi’nin bir köpeği vardı. Köpeği Gazi beraberinde gezdirirdi. Ben mutfakta yemek hazırlarken köpek yanıma geldi, oturdu. Köpekten hoşlandım. Yemeğin yanına sokuldu. Sanki kontrol ediyordu. Köpeğin bu durumu canımı sıktı, öfkeyle elime kepçeyi alarak ‘hoşt geberesice!’ dedim. Köpek kalktı, gitti...”

Foks da sahibine içtenlikle bağlıydı, kendince onu korurdu. Ama bir gün eski bir Osmanlı Valisi Gazi’yi görmeye geldiğinde Foks’un bu koruyuculuğu sahibini üzmekten de geri kalmayacaktı. Çünkü eski Vali çalışma odasına girdiğinde Gazi’ye saygılarını sunmak için Osmanlı usulü yerlere kadar eğildiğinde, böyle bir davranışına hiç alışık olmayan Foks, konuğunun efendisine bir kötülük yapacağını sanarak onun üzerine var gücüyle atlayacak ve kaba etinden bir güzel ısıracaktı.

Bir keresinde de yine Çankaya'da sofrada bulunulduğu sırada masanın altında dolaşmakta olan Foks, her nedense Dr. Reşit Galip’in paçasını ısırıp parçalayacaktı. Gazi, Dr. Reşit Galip’e kendi terzisine bir elbise diktirerek köpeğinin bu yaramazlığını bağışlatacaktı ama onun bu cömertliğini görenlerden ya da işitenlerden kimileri, Çankaya’ya çağrıldıklarında, eski pantolonları giyip gelmeye, ayaklarını masanın altından Foks’a uzatmaya başlayacaklar, ama Foks, efendisini bir kere daha masrafa sokmayacaktı. Bu yaramazlığının Gazi’yi üzdüğünü anlamıştı sanki. Gazi, Foks’u alabildiğine şımartıyordu. Kendisi ya da konukları bilardo oynarlarken masaya sıçrayıp topları kaçırmasından tutun da, gezilerinde protokolün önünde koşmasına kadar, aklına eseni yapan bir köpek olmakta gecikmemişti. Ama efendisi onun bu hallerine güler, sevecenlikle karşılardı. Ne ki, Gazi’nin çevresindekilerden kimileri onu güldüren, neşelendiren Foks’un giderek artan şımarıklıklarına kızmaya başlayacaklardı; kim bilir, belki de Gazi ve köpeği arasındaki bu sevgiyi kıskananlar da vardı. Ve her nasılsa bir gün Foks, Gazi’nin elini ısırıverdiğinde, köpeğin kuduz olabileceği, mutlaka gerekli testlerin hayvan üzerinde yapılması gerektiğini koro halinde söyleyip durmaya başladılar. Hiç köpek sahibini ısırır mıymış? Oysaki Foks’un soylu olduğunu, soyunun Avrupa'dan geldiğini söyleyenler, ‘köpek değil, adeta insandan akıllı’ diyenler de yine onlardı. Sonunda Foks, Çiftlik’e gönderildi. Güya orada kontrol altında tutulacak, gerekli testler yapılacaktı. Testler sonucunda da kuduz olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı ama ‘sahibini ısıran köpekten hayır gelmez’ düşüncesine de kapılanlar onu geri göndermeyip Çiftlikte tutuyorlardı. Foks ise sahibini özlüyor, durmadan ağlayıp uluyordu. Sonunda hayvanı vurarak öldürmeyi yeğlediler.

Çiftlik Müdürü, Foks’un vücudunu ilaçlayıp çiftliğin müzesine koyacaktı. Bu müzeyi gezerken Gazi’ye derisinin içi ot doldurulmuş, gözleri cam Foks’u, iyi bir şey yapmışlar gibi, göstereceklerdi ona. Gazi’nin yüzü kararacak, kaşları çatılacak:

-“Severdim ben onu. Böyle görmek istemem. Kaldırın hemen!”

Foks’un cansız bedeni, sevdiği efendisinin bu isteği üzerine Çiftliğin bir kösesine gömülecekti. Gazi’nin yalnız gecelerinin dostu, gündüzlerinin neşe kaynağı Foks’tan ayırmışlardı onu... Foks’u öldürenleri bir daha görmek istemeyecekti.

-“Kötülük yapmak için ısırmamıştı beni...”

Foks’un Çiftliğe gömülmeyip saklandığı günümüzde anlaşılmıştır. İçi doldurulmuş Foks, M.Kemal’in balmumu heykeli ile birlikte halen Anıtkabir’de sergilenmektedir.


Atatürk’e Hakaret Eden Köylü

Atatürk’e hakaretten sanık bir köylü hakkında sorusturma yapılıyordu. Durumu Atatürk’e arz ettiler:

-“Mahkemeye veriyoruz, size küfür etmiş.”

Atatürk sordu:
-“Ben ne yapmışım ona?” Dosyayı inceleyenler açıkladılar:
-“Gazete kâğıdı ile sardığı sigarayı yakarken kâğıt tutuşmuş da ondan.” Bunu söyleyen milletvekiline Atatürk sorar:
-“Siz hiç gazete kâğıdı ile sigara içtiniz mi?”
-“ Hayır...”
-“Ben Trablus’tayken içmiştim, bilirim. Pek berbat şeydi. Köylü bana az küfür etmiş. Siz
bunun için mahkemeye vereceğinize, ona insan gibi sigara içmeyi sağlayınız!”

Milletin Babasısın, Sana Haram Olmaz

Etimesgut Köyü kurulmuş ve buraya Rumeli göçmenleri yerleştirilmişti. Bir gün Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya özel binanın bazı tesisatını incelemek üzere beraberlerinde bu köye varmıştık. Köylüler, kadınlar büyük adamın etrafını aldılar, dert yandılar. Başlarında yetmişlik bir nine kadın şöyle diyordu:

“Paşa Efendi, alışkanlık bu ya; köy evlerinin yanı başında davarını, öteberisini koyacak bir yer lazımdır. Harman yerleri biraz uzak da olsa zarar etmez. Yer de yok değil, Allah bol arazi vermiş şükür. Emret de, bu yerleri bize ayırsınlar.”

Gazi, gereken emirleri ilgililere verdi ve bu koca ninenin yanına yaklaştı. Kalın bir yemeni ile örtülü saçlarını ve yüzünü okşadı ve:

“Güzel nine, nurlu yüzünü aç da güneş ışık alsın. Hem bu, kalın örtü sağlıklı değildir.” İhtiyar köylü kadın, yüzünü ve saçlarını örten kalın bezi çıkardı:

“Milletin babasısın, sana haram olmaz. Gel ben de senin güzel yüzünü öpeyim” diyerek Gazi’yi öptü, ağladı ve bizleri de ağlattı.


Kaynakça
Akçay, Kenan, Atatürk’ten Fıkralar, AbeCe Yayınları, İstanbul, 1981.
Arıburnu, Kemal, Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,1976.
Banoğlu, Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul, 1967.
Gürel, Ahmet, Türker Bülent, Atatürk ve Unutulmaz Anıları, İstanbul,2009.
İnan, Afet, Ulus Gazetesi, 22 Ekim 1950.
Öztin, Tahsin, Mustafa Kemal’den Atatürk’e, İstanbul,1981.
Yücebaş, Hilmi, Atatürk’ten Nükteler, Fıkralar ve Hatıralar, İstanbul,1973.

Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.