Sen Neyin Arasına Bakıyorsun Efendi?


Bilge Çağatay Azkın

Bilge Çağatay Azkın

18 Kasım 2013, 09:50

İste geldi. Bastırdı gene soğuklar. Bırakıp ardında sevdiklerimizi bir bir, bak gidiyor Sonbahar. Öyle bir soğuk ki, sanki kavgaya girmişsin, ağzını burnunu dağıtıyorlar. Ötede, beyler hala aynı damda, aynı bulguru ayıklar. Yaz demeden kış demeden aynı şeyi sayıklar. Kiminde sakal, kiminde ince ‘narin’ bıyıklar. Koyunlarında ahde vefa çocuklar. Kalkmış da bize ahlak dersi veriyorlar…

“Fazla bir hayalim yoktu zaten. Okumayı bilseydim”

Güne nasıl başlamalı sıcacık, taze bir çayın ardından? Hangi "dilde" selamlamalı? Belki Badu’nun okşayan sesiyle, sıcak mavi bir otobüse binmeli. “Günaydın arkadaşlar!” Sesinde köleliğin nasır tutmuş kalıntıları. Pencere kenarına oturmalı. Cama yaslayıp alnını, hayal kurmalı. Seyretmeli dünyayı. Nasılda kaçışıyor insanlar. Nasıl girmişler kendi kendilerinden içeri. Şapkalarının içinde saklanıyorlar.

Belki de mavi dişleri geçirip hüzünlü bir hoparlöre, Ceylan Ertem'in enfes sesiyle başlamalı:

“Bir bezden bebek gördüm ben orda  Boyalıydı tırnakları.
 Ah beyim yapma dur! Nerde benim düş payım?” 

Ah çocuklar. Rızası alınsa da, alınmamış çocuklar. Hala yatağını ıslatacak kadar anca büyümüş,  yavrusunun bebeğiyle oynayacak kadar çocuklar. Ah çocuklar! Kan uykularından emzirmeye uyanacaklar. "Dizlerine yatırıp kendi çocukluğunu, kendi kendilerini sallayacaklar." Gözleri dalacak başka masal uykulara, sıçrayıp uyanacaklar. İki dağın arasına sıkışmış da bedenleri, kaburga kemiklerinden daha hızlı büyümek zorunda kalacaklar. 




Medet ey Medetsiz Tepesi!

Dışarıda hırçın bir rüzgar. Yıldız desem değil, Poyraz hiç değil. Karayel? Kuzeybatıdan eser Karayel. Yıldız Dağlarını yalayıp geçer. Ergene havzasında demlenir vurmadan hemen önce şehrime. Peki, hangi cenahtan geliyor bu rüzgâr? Bu cehalet ne yandan esiyor? Güneyinden Medetsiz Zirvesi’ne tırmanmış, zirveden düşüp gelen bir rüzgâr. Bolkar Dağları’ndan aşıp, Ankara’dan yankılanıyor. Kavuruyor yoksul ve namuslu halkını Anadolu’mun. Medetsiz Zirvesi’nde maskeli bir adam. Gri bir kayanın tepesinde dans ediyor. Adam sarhoş. Nefretle dalgalanıyor. Adam ha düştü ha düşecek. Düşse kim tutacak, kim pişirip yiyecek? Bu zevat kime medet edecek? Medetsiz Tepesi bu, öyle yüksek, öyle sarhoş eden bir yer ki. Her yer küçülür buradan bakınca. Bakınca seni yaratan halka. Halk dediğin ne ki? Sırtında ekmek küfesi, ayakucunda ezilesi karınca.  Erciyes diz çökmüş gidiyor uyarınca. Varlığıyla yokluğu belli değil. Kurultaydan kurultaya homurdanıyor. Hasan Dağı desen hala önünden geçip giden mahkûmlarına ağlar. "Eğil bir bak! Eğil zalim! Kesiyor zincir bileği"
Bu Dağların kendine has yılanı var. Sadece bu topraklarda bu kadar dili zehirli yılanlar. Sadece bu dağlarda yaşarlar. Ataları Afrika’dan gelmiş; Bolkar Dağı Viperası. Eteklerinde gri gagalı akbabalar. Taze bir bedenin açılmamış gözlerini oyacaklar. Gri bir pelerin geçirmiş üstüne adam. İndikçe genişliyor dizleri. Öyle sarhoş dönüyor ki, paraşüt misali açılmış etekleri. Düşse kim tutacak? Emir telakki etmiş haykırıyor: "Devlet gençleri korumalı" Devletten kim koruyacak gençleri peki? Ceylanımın parça parça bedeni. Berkin'im kaçıncı uykusunda efendi?  "Devlet genel ahlakı korumalı" Genelevlerden vergi alarak mı koruyacak genel ahlakı? Sağdıçlık yaparak mı?

Utan Kahpe! Aç ve Utan Şimdi…

Bu zalim keşişleme olmalı. Bir kesiş gibi mi okşuyor yüzümüzü buzdan elleri? İnsan yakan kesiş. Senelerdir yeraltındaki saklı tapınaklarında fısıldaşmışlar. "Kimi yakalım?” “Nasıl yıkalım?” Şimdi çıkmışlar ahlak dersi veriyorlar bize. Sevdasını duymaktan başka ayıbı olmayan kulaklarımızın içinde bağırıyorlar:

“Aşk karneye bağlandı hey!”* 

Donuyor kulaklarımız soğuktan. Bu nasıl rüzgâr? Tarih, elleriyle kapatmış yüzünü. Oluk oluk akıyorlar. Tenlerimizi yaka yaka akıyorlar. Canlarımızı yaka yaka. Menekşelerimizi ateşe atıyorlar. Kirli bir göletten boşanmışlar. El yıkanmaz, gusül olmaz bu kirli suda. Bizim bahçelerimiz sulanmaz. Bir çocuk tırnaklarıyla bir şeyler kazıyor etten hücresinin duvarlarına; “seni affetmem için önümde diz çökmen gerek!” Kapatma ellerinle yüzünü tarih denilen kahpe. Aç bak! Bak utan şimdi. Yazan utan! Yakan utan! Yazılan utan! Vuran,  uyanılmaz uykulara yatıran utan! Aşkından değil, zulmünden utan! Söyle, kaç çocuk yapmalı kurtulmak için bu utançtan? 

Kumları yatak yapıp yıldızlara örtünmek

Aşk uzak dursun sizden, sevgi uzak dursun. Ne ki aşk? Sevişenler ne ki? Yasak meyveleri cennetin. “Mavi bir eriğinin süte durmuş çekirdekleri.”  Sevmiyorlar. Sevmemişler. Sevişmemişler. Öpüşmemişler gölgesinde söğütlerin. Lapa lapa kar yağarken dışarda, sıcacık bir tene değmemişler. Birlikte üşüyüp birlikte terlememişler. Bir yaz akşamında, kumları yatak yapıp yıldızları örtünmemişler. Zulme karşı el ele direnmemişler. Birlikte çalıp birlikte söylememişler zemin kattaki iki göz evlerinde. Ya da, yurttan atılan, sokakta kalan kardeş birini buyur etmemişler sofralarına. Sofrada portakal kabuklarından çorba. Ekmek arasında karşılıksız sevgileri. Dünkü gazeteden peçeteleri. Ne sandın ya efendi? Bu çocuklar nasıl okudu sandın?

Bu barbarlar bilmiyorlar o işi.

Camdan buz kazıyorum bir yandan. Rüzgar arttırdı mı ne şiddetini? Bu nasıl bir rüzgâr adıdır böyle? Keşiş nerede?  Aslında bir duruş şekline vereceklermiş bu adı: Misyoner duruşu. Nasıl olduysa, bir rüzgâr adında karar kılmışlar sonra. Misyonerler Afrika’ya gelmezden önce, çoğu ‘ilkel’ kabilede kadınlar aktif rol alırlarmış toplum içinde. Reis olurlarmış. Lakin din tüccarları  gelince işler değişmiş. Keşişler geldiğinde, ‘barbarlar’ bilmiyormuş o işi. Barbarca sevişiyorlarmış. Dere kenarında. En sarp yerinde kayalıkların. Dinini de bilmiyormuş bu ‘zevatlar.’ Keşişler gitmiş, girmiş tek tek çadırlarına bu barbarların. Sofralarına oturmuş. Sofrada nasıl oturulur, kaşık nasıl tutulur belletmiş. İşte böyle; bir toplum ‘sobanın sıcağına’ kanmaya görsün. ‘Keşişler’ gelir, kendi yaşam biçimlerini dayatırlar adama.
Sen neyin arasına bakıyorsun efendi?  Bacaklarımızın değil, “ekmeğimizin arasında ne var”** ona baksana sen! Anahtar deliğimizden çekil!  Çekil başımızdan efendi!

Biterken: Bu yazıdaki bazı cümleler, henüz basılmamış ve muhtemelen de hiç basılmayacak  “Ağıt-Çukur-Utanç” üçlemesinin  “Çukur” bölümünden dili yumuşatılarak alınmıştır. * ile işaretli cümle Radikal blog yazarı Kemal Bozkurt’a aittir. ** ile işaretli cümlenin kaynağı bulunamamıştır.)



Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.