On yaşındayım. Bir kocaman adamım


Bilge Çağatay Azkın

Bilge Çağatay Azkın

21 Ekim 2013, 08:20

Bir bayram sabahı. Kurban bayramının ilk günü. Bayram olduğuna dair etrafta hiçbir emare yok. Kapının arkasında dantelle örtülmüş fiskos masasının üzerindeki şekerlik aynen akşamdan bıraktığım gibi. Şekerlerim hüzün içinde. Gözüme kestirdiğim en renkli olanını alıyorum. Arada bir sıkıntıdan dökmesem kolonya da aynı kaderi paylaşacak neredeyse. Odalar arasında geziniyorum. Çaydanlık çıldırmış, demliği attı atacak üzerinden. İnce belli bardakta ikinci çayımı alıp çalışma odama geçiyorum. Önce dünya ardından memleket haberlerine bakıyorum. Kaçmasın diye ayakları kesilen bir koyunun resmi asılı kalıyor belleğimde. Hangi sayfayı çevirsem gitmiyor. Duvarda Eski bir haliç resmi. Hemen yanında Galata kulesi. Sanki kuleden sallamışlar hayvanı. Üstte, Atatürk gülümsüyor yukardan. Saat farkı da olunca, oldukça haber birikmiş oluyor aslında. Bir zat-ı muhterem apartmanın 8. katında, balkonda yerine getiriyor vecibesini. Ne kadar sevap sana, ne kadar günah? Belediye’den gelecek “maddi ayıplama” da cabası. Nasıl çıkarttın o mazlumu oraya be mübarek. Bina asansörlü olsa gerek. Hayvan son anlarında asansöre de binmiş oldu. Hani, “Bir kez uçağa binmeden göçmeyelim” misali. Belki de evinde besliyordu. Melemez mi bu mübarek geceleri. “Ot ver be adam” demez mi?  “Semirt beni!” Çeviriyorum sayfayı. İstanbul Boğazı öbek öbek kırmızıya boyanmış. Sanırsın Türgeş boylarının direnecek gücü kalmamış, Göktürk devletim yıkılmış... Diren Karluk Türklerim… Sanırsın Boğaz Murat Nehri olmuş, kan kırmızı. Bebeklerin önünde boğazlıyorlar hayvanları. Sonrada diyoruz ki, tam bu sırada zil çaldı. Nasıl fırladım kapıya. Bir elimde şeker tepsisi. “Bir gelenim var”. “Benim de arayıp soranım var”  “Kimmiş gelen?”



 

Aslında koyun 8.kata çıkarılırken ben bir öykü yazıyordum. Sabahın kahvaltı sonrası ilk keyif çayı. Öylece gömülmüşüm koltuğuma. Bakmayım diyorum şu yerli gazetelere. Grinin öyküsünü yazıyordum. Çamur grisini. Nasılsa okursunuz yakında. Nasıl bir gri derseniz, Valiliğinin internet sitesini açıp bakın öyle bir gri. Siyah üstüne sürülmüş bir grinin. Altta siyah üstü iğdiş edilmiş bir gri, üstte, muhtelif gece resimleriyle gölge oyunu. Fareyi gezdirmesem okunmayacak menü adımları. El yordamıyla, “valilik” menüsünden “vali” ye tıklıyorum. Sayfa boş. Ak bir sayfa var. “Vali bey yerinde yok olmalı.” Kim gönderiyor o zaman ardı ardına fermanları? Öyle bir gri. Bir sayfa daha çevirdim. Tam bu sırada, başka bir öykü geldi düştü öykümün içine. Dedim ya bakmaz olaydım şu haberlere. Hele şu Twitter, tam bir baş belası. Bir çocuğun boya fırçası düştü öykümün içine. Bir çift iskarpin ardından.  İki bakan Tekirdağ'ın Çorlu ilçesinde Sanayi Odasını ziyaret ediyorlar. Bir çocuk Bakan Müezzinoğlu'nun ayakkabılarını fırçalıyor çıkışta. 10 yaşında. Bu hizmeti karşılığı 10 lira alıyor. Bir de nasihat. "Git kendine bir boya sandığı al". Sayın bakan oraya Çerkezköy’den gelecek. Belediyeyi ve esnafı ziyaret edecek. Dile kolay. Ayaklarımı tozlanmış ilçemizde?  Çorlu. Ömrümün 10 senesini verdiğim coğrafya. Kızımın nüfus kâğıdı. Öykümün içine düşen kısmı sizinle paylaşmak istedim:

Soğuk. Titriyorum. Bayram sabahı. Komşudan gelen eti kavurdu anam tavada. Babamın ve annemin elini öptüm. Bir poşet içinde bir boya fırçası tutuşturdular öptüğüm ele. "Yürü" dediler. Saldılar sokağa. Harçlık benim neyime. İşim bitince şeker dolduracağım poşete. "Bunların bahşişi bol olur. Rakı içirilmiş güvercin misali takla attırırlar adama." Benim de güvercinlerim var. Bir çift. Siyah-Beyaz. Beyaz olan yemden kesildi biraz. Hala titriyorum. Hepsi soğuktan değil, az da heyecan. İlk defa kırmızı bir halıda yürüyorum. Epeyce beklemişim kuytuda. Mahalleden ağrı getirdiğim çamur ya kirletirse bu güzelim halıyı?  Adamlar yürüyor. Birinin kurşun kalemden daha ince bıyığı. Koca koca adamlar. Boylu poslu. Büyük adamlar. Ben küçücüğüm yanlarında. Parıldıyor ayakkabılar. Üstlerinde koyu renk takımlar. Ütülü. Babamı hiç görmedim böyle filinta gibi. Babam ya çizgili pijama, ya işçi tulumunda. Attım kendimi önüne en parlak ayakkabının. Az biraz tökezledim. Başladım kıl fırçayla fırçalamaya. Beyim beni görmedi önce. Basıp geçecek. Bir kurbağa gibi ezileceğim ortada. Bir yol dur beyim.  Hele bir yol dur. Yoldan geldin. Yoruldun. Hele bir otur. Yolları tozdan geçilmez bizim buranın. Çamurdan.  Ayakkabının tozunu alayım. Ayağının tozuyla nereye? Ayağın altındaki halı olayım. Fırçanın kılı. Pantolonum,  ayağıma kaderim gibi yapışan çamurun rengi. Gri. Fukara rengi. Diz geldim önünde. Ben daha küçüğüm. Kafam dizinde. Gene delinecek bayramlıklarım. Neyse ki bir dizim halının üstünde.
Babam bir yere kaydolmuş. Onun kaydolduğu yer söylemiş. "İlkokul ve ortaokul dönemini kapsayan 6-14 yaş arası 292 bin çocuk işçi varmış. Lise dönemini kapsayan 15-17 yaş arasındaki abileri de katınca 601 bin çocuk yapıyormuş. Çalışan bu çocukların yarısı hiç okula gitmiyormuş."  Oraya girdi diye istememişlerdi babamı. Kovmuşlar. Derileri sündürüp çeker, böyle ayakkabı yaparmış babamın çalıştığı fabrika. Babam işsiz. Tutuşturdular elime bir poşet içinde boya fırçası. 601 bin çocuk benim gibi. Hadi binini sayma. Ya elinde boya fırçası, ya belinde çaycı kuşağı. Oyun yaşında onun bunun uşağı... Ben bırakmadım okulu henüz.  Beklide yakında bırakacağım. Belki aynı fabrikaya bekçi duracağım. Bende sendikalı olacağım. İşsiz kalacağım. Ben bu parayla güvercin alacağım.
Bir abi vardı. Uzun saçlı. Küpesi bile vardı. Bıyıkları yoktu ama. Bıyıksız adam olur mu? O demişti. Çekmişti ayağını hışımla ben yeltenince. Onun pabucu böyle parlak değildi, yine de fırçalatmadı. Toz içindeydi. Oralet söylemişti bana. Soğuk oralet. Fanta gibi. Kendi çay içiyordu. Bir de öykü kitabı sıkıştırdı koltuğumun altına. Öykünün adı Kabakçı Amca.  "Bizim gibi memleketlerde uluslararası anlaşma imzalamak zor değilmiş. Büyüklerimiz hiç kasmaz, imzalar geçermiş. Öylece de imzalamışlar Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesini." Diyormuş ki orada; "18 yaş altında herkes çocuktur. Çocuklar çalıştırılamaz, böyle biline"  Sen devletmişsin a beyim. "Al" dediğin o boya sandığı benim neyime?
Oysa çıksa bu büyük adamlar  bu sokaktan, caddeden sağa dönüp devam etseler meydana inecekler. "Cumhuriyet Meydanı". Orada çok çocuk var. Beylerin hepsine yeter. Sırtlarında benden ağır sandıklar. İçleri dolu. Türlü türlü fırçalar, boyalar. Badem yağlı cilalar. Benim sandığım yok. Güvercin alacağım ben bu parayla.
İki hafta sonra gene bayram. "Cumhuriyet Bayramı". Geçen sene daha çok titremiştim. Büyük adamları beklemiştik. Geldiler. "İyi bayramlar" dediler. Hep bir ağızdan "sağol" dedik. Ayaklarımı vuruyorum bir yandan yere. Parmak uçlarım uyuşmuştu soğuktan.
Ben on yaşındayım.  Ben kocaman adamım. Öyle de olmak zorundayım.  On kere bayram gördüm kısa ömrümde. On kere kurban eti getirmiş komşular. Beşini hatırlarım. Bir kere bayramlık alındı daha. Dört gözle beklerim bayramları. İnsanların cebinde para olur. Bahşiş verirler. Et. Az biraz da hüzün olur, içim burulur değdikçe dizim soğuk toprağa.

Grafik ve canlandırma @BilgeCagatay

Yorum Ekle
İsim
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.